3 Kasım 2017 Cuma

BİTKİSEL BOĞAZ PASTİLLERİ Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Çaylar, infüzyonlar ve diğer içecekler yatıştırıcıdır ve hidrasyon sağlar, ancak bazen boğaz pastili kullanmak da rahatlatıcı olabilir. 

Eczanelerden veya marketlerden satın alınabilecek bitkisel boğaz pastilleri mevcuttur. Bitkisel boğaz pastilleri satın alın ve boğazınız ağrıdığında sizi rahatlatması için kullanın. 

Dikkat: 

-Ne kadar sağlıklı olursanız olun, ara sıra boğazınız ağrıyacaktır. 
-Boğaz ağrınız birkaç günden fazla sürerse ya da aşırı derecede ağrırsa bir doktora görünün. 
-Şiddetli ya da kalıcı ağrı, streptik boğaz, bademcik iltihabı ya da tıbbi tedaviyi gerektiren ciddi bir enfeksiyon olduğunu gösterebilir.

PAPATYA ÇAYI Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Papatya, Ortaçağ'dan bu yana tıbbi amaçlı kullanılan bir bitkidir. En çok çay biçiminde satılır. Papatya çayının, iyileşme için önemli olan dinlendirici bir uykuyu teşvik ettiğine inanılıyor. Araştırmalar, papatyanın enfeksiyonla mücadeleye ve ağrıyı azaltmaya yardımcı olabileceğini göstermiştir. 

Hoş, hafif bir aroma ve lezzete sahiptir. Diğer bitkisel çaylar gibi, papatya da kafein içermez. Papatya çayı, uykuyu teşvik eder, enfeksiyonla mücadeleye yardımcı olur ve boğaz ağrısını hafifletir.

NANE ÇAYI Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Nane çayı, anti-enflamatuar bileşikler içerir ve boğaz için son derece rahatlatıcıdır. Nane ayrıca boğazı hafifçe uyuşturabilir, böylece ağrıyı giderebilir. 

Ayrıca, taze nane yapraklarını kaynar suyun içinde üç ila beş dakika kadar bekleterek, sonra da yapraklarını sıkarak içebilirsiniz. 

Nane çayı kafeinsizdir ve doğal olarak ek bir tatlandırıcı kullanmanızı gerektirmez. Nane çayı, iltihaplanmayı ve boğaz rahatsızlığını azaltmaya yardımcı olan lezzetli, ferahlatıcı bir içecektir.

TAVUK ÇORBASI Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Tavuk çorbası, iyi bilinen bir doğal soğuk algınlığı ilacıdır ve boğaz ağrısı tedavisidir. Aynı zamanda hasta olduğunuzda daha fazla sıvı almanızı sağlayan bir yiyecektir. 

İçine sarımsak ekleyebilirsiniz çünkü sarımsak, hasta olduğunuz zaman faydalanabileceğiniz biyoaktif bileşikler içerir.

BOL MİKTARDA SIVI Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Boğaz ağrınız olduğunda bol miktarda sıvı tüketmeniz gerekiyor. Bununla birlikte, boğazınızın mukoz membranlarının nemlenmesi önemlidir, ancak bu yolla iyileşebilirler. 

Yutkunmak ilk başta rahatsızlık verebilir ancak bol miktarda su veya diğer sıvıları içmek nihayetinde boğaz ağrınıza iyi gelecektir. 

Yeterli sıvının tüketilmesi, vücudunuzun su seviyesini sabit tutmanızı ve boğazınızın nemli kalmasını sağlar, böylece daha hızlı iyileşebilirsiniz.

TARÇIN Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Tarçın, antioksidanları yüksek ve antibakteriyel faydalar sağlayan hoş kokulu ve lezzetli bir baharattır. 

Soğuk algınlığı ve flus için geleneksel bir çare olarak ve ayrıca Çin tıbbında kullanılır. Bitki çaylarına veya siyah çaya da tarçın ekleyebilirsiniz. 

Bir diğer lezzetli seçenek, tarçın badem sütü yapmaktır, bu süt özellikle boğazınız için rahatlatıcı olabilir. 

Malzemeler: 

-1 bardak badem sütü. -1/2 çay kaşığı (2.5 ml) öğütülmüş tarçın. -1/8 çay kaşığı (0.6 ml) kabartma tozu. -1 çorba kaşığı (15 ml) bal veya tercih edilen tatlandırıcı. 

Tarif: 

-Tarçın ve kabartma tozunu tencereye yerleştirin ve birlikte karıştırın. -Badem sütü ekleyin ve iyice birleşinceye kadar tekrar karıştırın. -Karışımı ısıtın ve içine tatlandırıcıyı atın. -Tarçın, soğuk algınlığı veya gripten dolayı görülen boğaz ağrısı ve enfeksiyonu önlemeye yardımcı olabilir. Boğaz ağrısını hafifletmesi için çay olarak içilebilir veya diğer sıcak içeceklere eklenebilir.

HİNDİSTAN CEVİZİ YAĞI Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Hindistan cevizi yağı çeşitli sağlık yararları ile çok yönlü bir gıdadır. Hayvanlar üzerinde yapılan çalışmalar, enfeksiyonla mücadeleye, iltihabı azaltmaya ve ağrıdan kurtulmaya yardımcı olabileceğini göstermektedir. 

Hindistan cevizi yağı da boğazdaki mukoza zarlarının yağlanmasına yardımcı olduğu için çok rahatlatıcıdır. 

Aşağıda, deneyebileceğiniz birkaç fikir bulunmaktadır: 

-Sıcak çay veya sıcak kakaoya bir kaşık ekleyin. -Çorbaya bir kaşık ekleyin. -Basitçe ağzınıza bir kaşık koyun ve boğazınızda erimesine izin verin. -Yüksek dozlarda laksatif bir etki yaratabileceği için, Hindistan cevizi yağını günde yaklaşık 2 çorba kaşığı (30 ml) ile sınırlandırmak en iyisidir. Daha önce hiç Hindistan cevizi yağı kullanmadıysanız, potansiyel yan etkileri en aza indirgemek için bir seferde 1 çay kaşığı (5 ml) kullanın.

ZENCEFİL ÇAYI Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Zencefil, antibakteriyel ve anti-inflamatuar etkilere sahip, boğaz ağrısını hafifletmeye yardımcı olan bir baharattır. 

Bir çalışmada, zencefil ekstraktı, bakteriyel solunum yolu enfeksiyonlu insanlardaki boğaz sürüntülerine uygulandığında, hastalıktan sorumlu bakterilerin bir kısmının öldürülmesine yardımcı olduğu bulunmuştur. 

Zencefil çayınızı kendiniz yapabilirsiniz. 

Malzemeler: 

-Zencefil kökü. -1 litre su. -1 çorba kaşığı (15 ml) bal veya tercih edilen tatlandırıcı. -Sıkılmış limon suyu 

Tarif: 

-Zencefil kökünü soyun, rendeleyin ve küçük bir kaba koyun. -Büyük bir tencerede su kaynatın, ardından ocağın altını kapatın. -Tencereye 1 çorba kaşığı rendelenmiş zencefili koyun ve kapakla örtün. 10 dakika kadar bekletin. 

Tatlandırıcı ve limon suyu ilave edin sonra karıştırın. Bu çay, gerektiğinde tekrar ısıtılabilir veya soğuk servis edilebilir. Zencefil çayı, enfeksiyonla mücadeleye yardımcı olabilir, iltihaplanmayı azaltabilir ve boğaz ağrısını hafifletebilir.

LİMON SUYU Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Limon suyu soğuk veya grip sırasında oluşan boğaz ağrısını da azaltabilen ferahlatıcı bir içecektir. Limon C vitamini ve antioksidanlar içerir. Ayrıca ürettiğiniz tükürük miktarını da arttırır ve mukoza zarlarının nemli kalmasına yardımcı olur. 

Limon suyunu ılık su ve biraz da bal veya tuzlu su ile birleştirmek faydalarını en üst düzeye çıkarmanın en iyi yoludur.

MEYAN KÖKÜ Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Meyan kökü, Avrupa'ya ve Güney Asya'ya özgü bir bitkidir. Geleneksel tıpta birçok hastalığın tedavisinde kullanılmıştır. Meyan kökü, boğaz ağrısını azaltmaya yardımcı olabilecek, aspirine benzer özelliklere sahiptir. 

Bununla birlikte, büyük cerrahi operasyonlar geçirmiş bireyler üzerine yapılan çalışmalar, meyan kökünün nefes borusunu açmasına bağlı olarak boğaz ağrısını önemli ölçüde azalttığını göstermiştir. 

Meyan kökü suyu ile yapılan gargaranın, şekerli suyla yapılan gargaraya kıyasla boğaz ağrısını azaltma oranı yüzde 50 daha fazladır. 

Bu çayı içmek veya gargara yapmak için kendiniz de hazırlayabilirsiniz. Meyan kökünü sıcak su ile karıştırın, beş dakika bekletin, sonra içmeden önce iyice sıkın.

BAL Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Bal, boğaz ağrısını yatıştırmak için diğer doğal maddelerle birlikte kullanılan lezzetli bir tatlandırıcıdır. 

Enfeksiyonla mücadeleye ve acıyı hafifletmeye yardımcı olmanın yanı sıra yadsınamaz bir şekilde ilaçların tadını daha iyi hale getirir. 

Bal özellikle sıcak su ve elma sirkesi ile kombine edildiğinde etkili olur. 

Bununla birlikte, bir yaşın altındaki çocuklara verilmez. 

Ayrıca, şekerden kaçınan ya da düşük karbonhidratlı diyet yapan insanlar, balın bir şeker şekli olduğundan ve bir çorba kaşığı (15 ml) başına 17 gram karbonhidrat içerdiğinden, bal harici başka tedavi yöntemleri kullanabilirler.

TUZLU SU GARGARASI

Boğaz ağrısından kurtulmak için tuzlu su ile gargara yapmak iyi bilinen doğal bir çaredir. Tuz suyu boğaz dokusundan çekerek şişmeyi azaltır. Boğazdaki istenmeyen mikropları öldürmeye de yardımcı olabilir. 

1 fincan ılık suyun içine 1 çay kaşığı tuz atın ve erimesi için karıştırın. Her saat başı 30 saniye gargara yapın. 

Saat başı tuzlu su ile gargara yapmak şişliği azaltır ve ağrıyı hafifletir.

Boğaz Ağrısı İçin Doğal Reçete

Havaların soğumasıyla birlikte boğaz ağrıları da başladı. Boğaz ağrısı, vücudunuzun viral veya bakteriyel enfeksiyonlara karşı bağışıklık tepkisinin bir parçası olarak ortaya çıkar. Doğal bağışıklık tepkiniz boğazdaki balgam (mukus) zarlarının iltihaplanmasına ve şişmesine neden olur. 

Neyse ki, boğazınızı rahatlatabilecek çeşitli doğal ilaçlar var. 

Kulak Burun Boğaz Uzmanı Opr. Dr. Melih Çiçek, boğaz ağrısından kurtulmanızı sağlayacak 15 doğal reçeteyi sizler için yazdı... 

1.HATMİ KÖKÜ 

Hatmi bitkisi, Ortaçağ'dan bu yana boğaz ağrısı ve diğer hastalıkları tedavi etmek için kullanılmıştır. Yuttuğunuzda boğazı kaplayıp yağlandıran jelatin benzeri bir madde içerir. 

Ağrılı bir boğazı rahatlatmak için: 
Malzemeler: 
-Soğuk su. -30 gram kuru hatmi kökü. 

Tarif: 
-Soğuk su ile 1 litrelik kavanozu doldurun. -Hatmi kökünü tülbentin içine koyun ve bir demet halinde bağlayın. -Paketi suya daldırın. Kavanozun ağzını kapatın. Gece boyunca veya en az sekiz saat bekletin. -İstenen miktarı bir cama boşaltın. Arzu ederseniz, tatlandırıcı ekleyin. Bu hazır olduğunda, belirtilerinizi azaltmaya yardımcı olmak için gün boyunca yudumlayabilirsiniz.

2.ADAÇAYI VE EKİNEZYA 

Birçok inflamatuar durumu tedavi etmek için kullanılmıştır ve yapılan kontrollü çalışmalar, boğaz ağrısının hafifletilmesine yardımcı olabileceğini göstermektedir. Ekinezya, geleneksel tıpta yaygın olarak kullanılan başka bir bitkidir. Bakterilerle savaştığı ve inflamasyonu azalttığı gözlenmiştir. 

Evde kendi adaçayı-ekinezya boğaz spreyinizi yapmak için bu tarifi kullanın: 
Malzemeler: 
1 çay kaşığı adaçayı 1 tatlı kaşığı toprak ekinezisi 1/2 su bardağı su 

Tarif: 
-Suyu kaynatın. -Adaçayı ve ekinezyayı küçük bir kavanoz içine yerleştirin ve sonra kaynar su ile doldurun. -30 dakika bekletin. -Karışımı süzgeçten geçirin ve sonra 1/2 kap likör ile birleştirin (herhangi bir nedenle alkol kullanmak istemezseniz bu kısmı atlayın). Küçük sprey şişesine yerleştirin ve her iki saatte bir veya gerektiğinde boğazınıza püskürtün. 

Bu spreyin, boğaz ağrısı rahatsızlığını antiseptik ilaç spreyi kadar etkili bir şekilde hafiflettiği gözlenmiştir. 

3.ELMA SİRKESİ 

Elma sirkesi, yüzyıllardır halk hekimliği ilaçlarında kullanılan doğal bir sağlık toniğidir. Ana aktif maddesi olan asetik asit bakterilerle savaşmaya yardımcı olur. 

Tıbbın babası olarak bilinen eski Yunan hekim Hipokrat, öksürük ve boğaz ağrısı gibi grip belirtilerini tedavi etmek için oksimel olarak bilinen elma sirkesi ve bal kombinasyonunu öneriyordu. 

Boğaz ağrısının giderilmesine yardımcı olmak için, 1 çorba kaşığı elma sirkesi eklenmiş (ve isteğe bağlı olarak bal da karıştırılmış) 1 fincan ılık su için. 

Elma sirkesi antibakteriyel özelliklere sahiptir ve ılık suyla az miktarda tüketildiğinde boğaz rahatlamasına yardımcı olabilir.

Develerin Bilinmeyen 7 Özelliği

1. Hörgüç: Yaygın inanışın aksine, develerin hörgüçlerinde su depolanmaz. Hörgüçler yağ ile doludurlar ve devenin besine ihtiyaç duymadan bir ay yolculuk yapabilmesine imkan tanırlar. Hörgüçler boşaldıkları zaman küçülür ve devenin yanına sarkarlar.

2. Süt: Deve sütü, inek sütünden daha fazla besin öğesi içerir. Deve sütündeki potasyum ve demir miktarlarının daha yüksek olmasının yanında, C vitamini de inek sütündekinin 3 katıdır. Bu sebeple yakın zamanda Avrupa’daki marketlerde, yaygın olarak inek sütü yerine deve sütü satışları başlayacak. Şimdi de Viyanalı şekerleme üreticileri, çocuklar için deve sütlü çikolatalar üretiyorlar.

3. Burun delikleri: Develer istediklerinde burun deliklerini kapatıp açabilirler. Böylelikle kum fırtınalarında kum solumaktan kurtulurlar.

4. Göz kapakları: Develerin 3 sıra göz kapakları bulunur. Kum fırtınalarının değişen şiddetine göre göz kapaklarını kapatabilirler. Gözlerinin üstünde ve altında bulunan uzun kirpikleri, kapandıklarında gözü tamamen kapatırlar.

5. Vücut Sıcaklığı: Dışarısının sıcaklığı daha fazla olduğunda, çoğu memeli soğumak için terler. Fakat develer terlemezler. Bunun yerine vücut sıcaklıklarını, normal vücut sıcaklıklarının 11 derece üstüne kadar arttırırlar. Bu sebeple vücutlarındaki suyu daha uzun süre muhafaza edebilirler.

6. Ayaklar: Devenin ayak tabanı yere değdiğinde yayılır. Böylece deve kumda batmadan ilerleyebilir.

7. Uzun Bacaklar: Deve yürürken, bir yanındaki iki ayağı bir arada, diğer yanındaki iki ayağı da bir arada olmak üzere ayaklarını ikişerli ayrı ayrı hareket ettirir. Bu sebeple develere “çöl gemileri” adı verilmiştir. Develerin bacakları çok güçlüdür, develer 1000 pound’un üzerinde (yaklaşık 455 kilogram) yük kaldırabilirler. Yine günde 160 kilometre yürüyebilir; kısa mesafelerde saatte 65 kilometre hızla, uzak mesafe koşularında ise yaklaşık 40 kilometre hızla koşabilirler.

21 Ekim 2017 Cumartesi

AT NALI NEDEN ŞANS GETİRİR?

Atların bulunduğu her ülkede at nalı uğurlu olarak kabul edilir. Bu nedenle her çağda, her ülkede batıl inançların içinde en yaygın ve en güçlüsü olmuştur.

Demir yeryüzünde keşfedildiği zaman, insanlar onun tanrılar tarafından, büyücüler ve şeytana karşı gönderilmiş bir güç olduğuna inandılar. Ayrıca eski çağlarda ‘U’ şeklinin de özel bir anlamı vardı. Ayın hilal konumuna benzer şekliyle bolluğu, iyi talihi ve koruyucu gücü temsil ediyordu.

Bir nalın yedi tane demir çivi ile çakılması da yedi sayısının uğurlu sayılmasından dolayı inanışı destekliyordu. Diğer taraftan cadıların uçmak için süpürge sapını tercih etmelerinin nedeninin atlardan korkmaları olduğuna inanılıyordu. Bu nedenle at nalı tarihte büyücülere karşı da kullanılmış, büyücü olduğundan şüphe edilen yaşlı kadınlar öldürülünce, bir daha geri gelmemeleri için tabutlarının üzerlerine birer at nalı çakılmıştır.

Hıristiyanlıkla birlikte Kilise birçok inançta olduğu gibi, at nalı ile ilgili kendi hikâyesini yarattı. Bu hikâye onuncu yüzyılda geçiyor.

Canterbury Kilisesi’nin başpiskoposu St. Dunstan, din adamı olmadan önce nalbantlık yaparmış. Bir gün şeytan kılık değiştirerek iş yerine gelir ve at ayağı şeklindeki ayaklarına nal takmasını ister. St. Dunstan şeytanı hemen tanır ve ona, ‘Ayaklarına nal takabilmesi için onu duvara zincirlerle bağlaması gerektiğini,’ söyler.

Şeytanı çok sıkı bir şekilde duvara bağlayan nalbant, nalın çivilerini o kadar acı ve ızdırap verecek şekilde çakar ki sonunda şeytan aman dilemek zorunda kalır. Nalbant şeytana bir daha Allah’a inanan hiçbir insanın evine girmeyeceğine dair söz verirse serbest bırakacağını söyler.

Şeytan, “Peki, o insanları nasıl ayırt edeceğim?” diye sorunca da nalbant bir süre düşünür, elindeki nalı havaya kaldırır ve, “İşte işaret bu olacak,” der, “bunu kapısının üstünde gördüğün hiçbir eve girmeyeceksin.”

At nalı kapıya gelişigüzel asılmaz. Kapının tam üzerinde ve uçları yukarı bakacak şekilde olmalıdır ki iyi şans uçlarından aşağı süzülüp gitmesin. At nalını geceleri uykularında kâbus görmemek için yatak odalarına asanlar da vardır. Zamanımızda ise at nallarının nazar boncuğu gibi elde taşınması revaçta.

ATLAR NİÇİN GÖZLÜK TAKAR?

'Olaylara at gözlüğü ile bakmak' ifadesi bir kişinin bir olaya tek bir açıdan baktığını, ona etken olan diğer olayları veya faktörleri göremediğini veya görmek istemediğini anlatmak için kullanılır.

Aslında atlar için takılan gözlük, şekil olarak bile gözlüğe benzemez, onların görüş kapasitelerini artırmak için değil, aksine azaltmak için takılır.

Atın evcilleştirilmesi, insanın dostu olarak en ağır işlerde yardımcı olması, binek hayvanı olarak daha uzak yerlere ulaşmasını sağlaması, savaşlarda ölüme beraber gitmesi o kadar eskilere dayanır ki bildiğimiz atın yabani soyu hakkında hiçbir bilgi yoktur. Bugün steplerde yaşlı bir aygırın önderliğinde sürüler halinde yaşayan ve yabani olarak nitelendirilen atların evcil atlardan türeme oldukları herkes tarafından kabul edilir.

Canlıların gözlerinin algılayıp, beyne bildirdikleri üç ana husus vardır: Biçim, renk ve mesafe. Özellikle avcı olmayan otobur hayvanlar için tehlikeyi uzaktan sezip, iyi bir mesafe tahmini yaparak kaçabilmek çok önemlidir.

Atlar her iki yandaki gözleri sayesinde hem önlerini hem de arkalarını görme yeteneğine sahiptirler. Ne var ki gözleri birbirlerinden çok uzaktadırlar. Bu da at için cisimlerin mesafelerini tespit bakımından büyük bir zafiyet yaratır.

At arkasından ya da yandan yaklaşan tehlikeyi görür ama tehlikenin ne kadar yakın veya uzakta olduğunu kavrayamaz. Nesneleri neredeyse iki misli büyük gören at, tehlikeyi olduğundan daha yakındaymış gibi algılar. Bu nedenle de sürekli endişe içindedir.

Yarış atlarına koşu sırasında yandaki hemcinslerinden ürkmemeleri için yan taraflarını görmelerini engelleyecek gözlükler konulurken, at arabalarını çekenlere sadece önlerini görmeleri, diğer yönlerde olan hareketlerden etkilenmemeleri için gözlük takılır. Yani at gözlüğü ile bakmak, insan için olumlu bir davranış değildir ama atlar için durum farklıdır.

BACAĞI KIRILAN ATLARI NİÇİN VURURLAR?

Atların bacaklarında meydana gelen bazı kırıklar, günümüz teknolojisi ile bir noktaya kadar plakalar, vidalar konularak tedavi edilebiliyor. Yani bacağındaki her kırık, artık atın ölüm fermanı değil. Ne var ki yine de birçok kırık sorununun hâlâ tedavisi yok. Sebebi ise atın diğer hayvanlardan farklı anotomik yapısı ve ruhsal durumu.

Atların vücutlarındaki kırık ve çıkıkların tedavileri diğer benzer hayvanlarınkilerden farklılık gösterir. Belki de bu hususta atlar tekdirler. Atlar uyuşturulmaya, yani uzun anestezik uygulamalara gelemezler. Yerde uzun süre yatamazlar. Sık sık dört ayak sütünde durmaya ihtiyaçları vardır. Ayaktayken daha rahattırlar ve daha az enerji harcarlar. Nadiren, hasta olduklarında veya doğum sırasında yatarlar. Atın iri vücudundaki organları yatar vaziyetteyken nefes almasında zorluk yaratır.

At ayakta durabilmek için ön iki bacağına, koşmak için ise dört bacağına birden gereksinim duyar ama hiçbir zaman ağırlığını dört bacağına eşit olarak yayamaz. Her zaman ön iki bacağa daha fazla yük biner. Bu nedenle atlarda karşılaşılan kırıklar çoğunlukla ön bacaklardadır. Atlar yatarken ön ayakları üzerinde doğrularak ayağa kalkarlar. Kırık bacağı üzerinde ayağa kalkamayan atın yerde kalması veya tedavi amacıyla yerde yatırılmaya çalışılması at için hem ızdıraptır hem de başka hayati tehlikeler doğurur.

Kemikli canlıların tümünde kırılmış bir kemiğin tedavi usulü aynıdır. Önce kırık parçalar bir araya getirilerek sabitleştirilir. Bu sabitleştirme, kan akımı yani dokulardaki beslenmeyi sağlamak ve olabilecek enfeksiyonlara karşı kan yolu ile vücudun savunma mekanizmasını devreye sokmak için gereklidir.

Kırık kemikler genellikle 12-16 hafta içerisinde kaynarlar ve eski sağlam yapılarına kavuşurlar. Bu süre içerisinde hastanın hareket etmesi, kemikleri sabit tutamaması iyileşmeyi yavaşlatır ve tedavisi süresini geciktirir. İnsanlarda tedavinin başarısı, kırık kemiğin bulunduğu uzvun bu 12-16 haftalık sürede sabit tutulması, kırığın alçıya ve askıya alınması ama en önemlisi hastanın sabrı ile ilgilidir.

Kırılan bir kemiğin kaynaması ve mikrop kapmadan iyileşmesi için en önemli faktör, o bölgedeki kan dolaşımıdır. Bölgedeki kan, çevre deri ve kas dokularından gelen kan ile de takviye edilir. Ne var ki at yarım ton civarındaki ağırlığı ve iri cüssesi ile bu hususta farklı bir yapıya sahiptir. Dizinden aşağısı, kemikler, bunları birbirine bağlayan bağlar ve deriden oluşur. Bu bölgede fazla bir kas yapısı olmadığından mevcut ve takviye gelebilecek kan miktarı da fazla değildir. Bu nedenle atın bacağındaki kırık kemiklere yapılan tıbbi müdahaleler çoğu kez sonuç vermez. Kırılan kemikler iltihaplanmaya yatkındırlar. Basit kırıklarda bile veterinerler, hastalığın seyri, süresi ve iyileşme ihtimali hakkında kesin bilgi veremezler.

Atların tedavilerinde sorun yaratan bu özellikler nedeniyle, cerrahi müdahalelerin çok kısa olması, 3-4 saati aşmaması gerekir. Atlar anestezinin etkisi geçince, uyanır uyanmaz iri cüsseleriyle ayağa kalkmaya çalışırlar. Hem de o alçıya alınmış vidalar veya metal parçalar yerleştirilmiş bacakları üzerinde. At tedavisi için gereken sabrı hiçbir zaman gösteremez, bir an önce ayağa kalmaya çalışır. Bu arada bacağına konulmuş alçı ve takviye parçalarına zarar verdiği gibi takatsiz bacaklarının başka yerlerinden yeniden kırılmalarına yol açabilir. Yani atlar, hastalık süresince rahat durmayan, ne yapacakları önceden kestirilemeyen hayvanlardır.

Her şeye rağmen 30-40 sene evvel atın ölümü demek olan birçok kırık, günümüz teknolojisi ile tedavi edilebiliyor. Ancak bir bacakta birden fazla kırık bulunmasına veya iki bacağın birden kırılmasına hâlâ yapılabilecek fazla bir şey yok. Bu dost, güzel ve asil hayvanın yerde uzun süre yatırılıp, acılar içinde ölümü beklemesi yerine daha fazla acı çekmemesi için uygulanacak yoldan başka.

BAL PETEKLERİ NİÇİN ALTIGENDİR?

Arılar doğanın gerçekten usta mimarlarıdırlar. Kesiti düzgün altıgenler oluşturan prizma şeklindeki petek gözlerinin dipleri bir piramit oluşturarak sona ererler. Kovanlardaki şekliyle dik duran her petekte, petek gözleri yatayla sabit bir açı yapacak şekilde inşa edilirler.

Her bir gözün derinliği 3 santimetre, duvar kalınlığı ise milimetrenin yüzde beşi kadardır. Bu kadar ince duvar kalınlığına rağmen, altıgen yapı nedeniyle büyük bir direnç kazanırlar ve arıların depoladıkları kilolarca balı rahatlıkla taşıyabilirler.

Arıların petek gözlerini kusursuz bir şekilde altıgen yapmalarının başka sebepleri de vardır. Eğer beşgen, sekizgen veya daire şekillerini seçselerdi; bitişik gözler arasında boşluklar kalacak, işçi arılar fazla mesai yaparak ve daha fazla balmumu harcayarak bu boşlukları doldurmak zorunda kalacaklardı.

Gerçi üçgen veya kare yapsalardı; bu boşluklar olmayacaktı ama altıgenin bir başka özelliği daha vardır. Alanları aynı olan üçgen, kare ve altıgen şekillerden toplam kenar uzunluğu en az olanı altıgendir. Yani aynı miktarda balmumu ile daha çok altıgen odacığın kenarı çevrilebilir.

Aslında matematiğin, geometrinin ve simetrinin en kusursuz örnekleri sadece bal peteklerinde değil, doğanın her yerinde görülebilir. Ancak bizler günlük hayatın hayhuyu içinde bu mükemmelliğin farkına varamayız.

Kar taneciklerinin hepsi birbirlerinden farklı altıgen şekilleri, tohumların dizilişlerindeki spiraller, mineral kristallerindeki geometrik yapılar ve değişmez açılar, tavus kuşunun kuyruğundaki lekeler, sümüklü böceğin kabuğu, örümcek ağları, tüm bunlar görünümü olarak kusursuz olmalarına karşın müthiş bir matematik düzen de gösterirler.

Papatyanın ortasındaki sağ spirallerin sayısının 21, sol spirallerin ise 34 olması, Himalaya çamının kozalaklarındaki pulların aynı şekilde 5 sağ, 8 sol spiral oluşturması, karaçam kozalaklarında ve ananas meyvesinde ise 8 sağ, 13 sol spiral bulunması tesadüf değildir elbette.

Leonardo Fibonacci (1170-1250) isimli büyük matematik ustası ta o yıllarda, her sayının kendinden önce gelen iki sayının toplamı olduğu bir dizi geliştirdi:

l, l, 2, 3, 5. 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610…

Dikkat ederseniz yukarıda verilen sağ, sol spiral sayıları, bu dizide artarda yer alan sayılardır.

Bu dizinin ilginç bir yanı da on ikinci terimden, yani 144'den sonraki ardışık sayıların birbirlerine oranlarının (233/144 = 377/233 = 610/377) 1,61803 olması, 5. Sayı ile 12. Sayı arasındaki oranların da bu sayıya çok yakın olmalarıdır.

15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış matematikçi Pacial Luca tabiatta daima kenarları arasında 1,618 oranı bulunan bir dikdörtgen bulunduğunu, hatta insan vücudunun da bu oranda yaratıldığını ileri sürüyor, mahkeme tarafından yakılma tehlikesine karşı da Leonardo da Vinci'nin çizimlerini göstererek meydan okuyordu. Zamanın heykeltraşlanın heykellerinde de bu oranı kullandıklarını belirtmeleri üzerine bu oran 'Tanrısal Oran' olarak da anılmaya başlandı.

BALIKLAR ÖLÜNCE NİÇİN SUDA TERS DÖNÜYOR?

Bu durum en belirgin, çevre kirliliği ve patlayıcı ile avlanma nedenleri ile ölüp yüzeye gelen balıklarda gözlemlenebilir. Ölen balıklarda süratle bir iç bozulma, yani bir çeşit çürüme oluşur. Bu iç çürümeden dolayı çıkan gazlar balığın alt tarafındaki bağırsak boşluğunda toplanır. Balık ayıklayanlar bilirler, ayıklanacak balığın alt tarafındaki yumuşak karnı yarılır, buraya yapışık mide ve bağırsaklar kolayca çıkarılır. Balığın etli kısmı üst tarafındadır. 

Balık ölüp, gazlar mide boşluğunda toplanınca bu kısım şişen bir balon gibi hafifler, ağırlık merkezi yukarı kayar ve balık, daha ağır kısmı aşağı gelecek biçimde ters döner. Bazı balıklarda, içinde hava bulunan yüzme keseleri vardır. Balık içi hava dolu bu keseyi daraltıp genişleterek kendisini elverişli derinlikte dengede tutabilecek yoğunluğu sağlar. 

Bu kese çoğu zaman basit bir boru ile sindirim organına bağlıdır. Olta avcılığında, derin su balıkları hızla suyun üstüne çekildiklerinde, üzerlerindeki su basıncı süratle azalacağından yüzme keselerindeki hava genleşir, balık bir balon gibi şişerek suyun üstüne fırlar ve orada ters vaziyette kalır. Bazı yassı balıklarda yüzme kesesi yoktur, onlar ölünce dibe çökerler. Balıklarda kafa vücuda göre hafiftir. Bu nedenle hiçbir balık ölünce tepe üstü dibe gitmez.

BAYKUŞ ÖTÜŞÜ NİÇİN UĞURSUZ KABUL EDİLİR?

Çağımızda çizgi romanlar ve filmler, çocuklara tabiattaki hayvanları tanıtmada ve sevdirmede önemli bir rol oynuyor. Fareden kokarcaya, timsahtan ayıya kadar bütün hayvanlar çocuklara sevimli, tabiat içinde kendi yaşam savaşını veren, hiç de korkulmayacak yaratıklar olarak tanıtılıyorlar. Bu anlayış içinde baykuş da çocuklara zeki, bilgiç, filozof, ağırbaşlı ve mesafeli, çoğu zaman akıl danışılan bir kişilik olarak öğretiliyor.

Gerçekten de baykuş, insanlara hiçbir zararı olmayan, aksine bol miktarda zararlı kemirgen, böcek, kurbağa, kertenkele ve küçük kuşlarla beslenerek tabiatın ekolojik dengesine fayda sağlayan bir kuştur. Gece avlanmasının dışında kartal, şahin gibi kuşlardan pek farkı yoktur. Kartal ve şahin toplumlarda kahramanlık sembolü haline gelirken, baykuşun ötüşünde uğursuzluk aranması gerçekten haksızlıktır.

Aslında baykuşun ötüşünün bu şekilde değerlendirilmesi onun olağanüstü fiziksel yeteneklerinden dolayıdır. Bu üstün yetenekleri onun başına iş açmış, insanların yaşadıkları yerlere fazla sokulmamasına rağmen, tarihte çoğu zaman şeytanın ve ölümün habercisi olarak görülmesine sebep olmuştur.

Gerçi tarihte onu uğurlu ve kötü ruhlara karşı bir korunma sembolü olarak gören kültürler de olmuştur ama nedense günümüze bu mükemmel kuş hakkındaki olumsuz inanışlar daha fazla ulaşmıştır. Günümüzde bile hâlâ baykuşun üç kez arka arkaya ötüşünün, bir evin çatısına konmasının veya çevresinde üç kez dolanarak uçmasının o evdekilere uğursuzluk, hatta ölüm getireceğine inananlar vardır.

Baykuşun insanları olumsuz yönde etkileyen üç özelliği vardır: Geceleri dolaşması, son derece sessiz uçması ve insan çığlığını andıran ötüşü… İnsanlar her zaman geceden ve karanlıktan korkmuşlardır. Diğer birçok canlı türüne göre insanların gece görüş yetenekleri sınırlıdır. Gece yaşayan canlılar ve duydukları sesler onlardaki bilinmeyene karşı olan korkuyu daha da artırır. Baykuşların kanatlarındaki telekler kadife gibi yumuşacık tüylerle kaplı olduğundan uçarken kartal, atmaca gibi sesler çıkartmazlar. Canlılar ancak çok yakınlarına geldiğinde onun farkına varırlar. Bu da her an, her yerde ortaya çıkabilecekmiş duygusuyla insanlarda huzursuzluk yaratır.

Çok uzaklardan işitilebilen, tekrarlamalı bir ötüşleri vardır. Örneğin puhu kuşu derinden gelen boğuk bir ‘huu-huu’ sesiyle öter. Öbür türler de ya gıcırtılı sesler çıkartırlar ya da insan sesine benzeyen çığlıklar atarlar.

Baykuşlarla ilgili uğursuzluk inanışlarında her zaman şeytan ve ölüm vardır. Babilliler gecenin sessizliğinde çığlık atar gibi öten baykuşun sesinin, çocuğunu doğururken ölen bir annenin çığlıklarını yansıttığına inanıyorlardı. Eski Mısırlılar’da da baykuş ölüm kuşu olarak nitelendiriliyordu. Tarihi kalıntılardaki hiyeroglif kabartmalarda baykuş hep karanlığı, sessizliği ve ölümü temsil eden bir sembol olarak görülür.

Eski Yunanlılar’da ise tam tersine baykuş gecelerin, savaşın, akıllılığın ve sanatın Tanrısı Athena’nın sembolü olarak kabul edildi. Yunanlılar baykuşların onları koruduklarına, gece görüş özelliklerinin Tanrılar tarafından verilmiş olduğuna inanıyorlardı. Bu nedenle tapınaklarının her tarafında bol miktarda baykuş yaşıyordu. İnanışlarına göre savaşa hazırlanan bir ordunun üstünden uçan baykuş gelecek zaferin habercisiydi.

Yunanlılar baykuşun bilge bakışlarından o kadar etkilendiler ki; M.Ö. altıncı yüzyılın sonundan birinci yüzyıla kadar Atina’da bastırılan paraların arka yüzünde baykuş amblemi yer aldı.

Yüzyıllar sonra Avrupa, Asya ve Afrika’nın birçok bölgelerine yayılmış olan Romalılar baykuş hakkında Babilliler ve Mısırlılar zamanında kalan görüşleri benimsediler ve kuşu bir uğursuzluk sembolü olarak kabul ettiler. Hatta daha da ileri giderek uğursuzluğu savuşturmak için yakaladıkları baykuşları yakmaya, küllerini nehirlere savurmaya başladılar.

Romalılara göre baykuş ölüler diyarından geliyordu ve yakın bir ölümün habercisiydi. Sezar öldürülmeden az önce de baykuşların haykırışları duyulmuştu. Romalılar, Avrupa’nın orta kesimlerine yayıldıkça kendi düşünce ve kültürlerini de beraberlerinde taşıdılar. Aslında taşıdıkları daha önce etkilenip benimsedikleri Babil ve Mısır kültürlerinin kalıntılarıydı.

Günümüzde Avrupa ve İngiliz kültüründen geliştiği sanılan birçok folklorik inanışın kökeninde Romalıların zapt ettikleri yerler arasında taşıdıkları inanış ve davranış biçimleri vardır. Babilliler ve Mısırlılar için baykuş nasıl bir uğursuz yaratıksa, şeytan ve ölüm nasıl geceleri ortaya çıkıyorsa, Avrupa ve İngiliz kültürlerinde de öyledir. Roma ordularının ulaşamadığı kuzey bölgelerinde ise baykuş hâlâ bir uğur sembolü olarak kabul edilir.

BİTKİLER ÇÖLDE NASIL HAYATTA KALIYOR?

Çöl denilince akla çoğu zaman hiçbir canlının kolay kolay yaşayamayacağı bir ortam gelir. Gerçekten de çölde yaşayan canlıların sayısı oldukça azdır. Ancak bu kurak ortam daha yakından incelendiğinde, özel tasarımları ve farklı çeşitleriyle çok zor koşullarda yaşayan bitkiler dikkat çekmektedir. Yaşamlarını sürdürmek için uykuda kalan bitkiler de bunlardan biridir.

Çöl bitkilerinin aşırı sıcakla ve susuzlukla mücadele etmek için kullandığı birkaç yöntem bulunmaktadır. Bu yöntemlerden biri de 'uykuda kalmak'tır. Özel yapıları ile kuraklığa ve susuzluğa dayanarak bu yöntemi kullanan bitkiler ise 'efemeral' bitkiler olarak adlandırılmaktadır. Genellikle bir sene yaşayan ve kuraklık durumlarında tohum halinde uykuda kalarak, susuzluktan kurtulan bu bitkiler, yağmurdan sonra çok çabuk bir şekilde tohumlarını açıp yeşillenirler ve fideleri çok hızlı bir şekilde büyür. Çiçeklenme çok kısa bir sürede oluşur ve böylece bitki, tohumdan tohum üretme aşamasına sadece birkaç hafta içinde geçebilir.

Çölde yağmur dengesizdir. Bu yüzden efemerallerin eğer tüm tohumları tek bir yağmur ile yeşillense ve sonra birden gelen bir kuraklık ile ölseler, nesilleri tükenebilirdi. Ama bu bitkilerin çoğu, sadece büyük miktarda yağmur aldıktan sonra tohumlarının yeşillenmesini sağlayan mekanizmalara sahiptir. Bu bitkiler 'tohum polimorfizmi' adı verilen ve tohumlarının yeşillenme zamanını farklılaştırabilen bir özelliğe sahiptirler. Ek olarak tohumlarda da yeşillenmeyi engelleyici bir madde vardır. Tohuma ilk defa su ulaştığında, onun yüzeye çıkma aşaması tamamlanır. Ancak tohumun yeşillenebilmesi için bu koruyucu maddenin etkisiz hale gelmesi gerekir. Bu işlem ise tohumun ikinci defa suyla buluşmasıyla meydana gelir. Eğer ikinci defa su gelmezse, yani yağmur yağmazsa, tohum filizlenmez. Bu nedenle tohumlar ıslanmak için iki evreye ihtiyaç duyar; ilki tohumların yüzeye çıkmasına neden olur, ikincisi de yenilenmeyi engelleyici maddeyi giderir ve ancak bu engelleyici maddenin gitmesinden sonra yeşillenme meydana gelir.

Bazı efemerallerin, örneğin 'acı kavun' cinsinin tohumları sadece karanlıkta yeşillenir. Bir seri ıslanma ve kurumanın ardından tohumun dış yüzeyi değişir ve oksijenin embriyoya serbest bir biçimde geçişini sağlar. Gerekli olan bu unsurların kombinasyonu, tohumun sadece gömüldükten ve defalarca yağmur gördükten sonra yeşillenmesine neden olur.

Buraya kadar incelenen çöl bitkilerine bakıldığında, ortaya çok etkileyici bir manzara çıkmaktadır. Bazı bitkiler çölde yaşayabilmeleri için özel sistemler ve yapılarla donatılmışlardır. Çöl bitkileri su depolar, kamuflaj yapar ya da uykuya yatarlar. Bazıları da çeşitli kimyasal yöntemlerle tohumlarının yeşillenmesini engeller. Görüldüğü gibi, çöl gibi her türlü mahrumiyetin ve güçlüğün hâkim olduğu bir ortamda bile çok sayıda bitki çeşidi ve sıcağa karşı korunma yöntemiyle karşılaşılmaktadır.

BUKALEMUN NEDEN RENK DEĞİŞTİRİR?

Bukalemunun en iyi bilinen özelliği devamlı renk değiştirmesidir. Bu yalnız ona has bir özellik değildir. Balıklarda, amfibyumlarda ve kertenkelelerde de bu kabiliyet vardır. Fakat muhakkak olan bir şey varsa, renk değiştirmek bukalemunda en üstün derecesini bulmuştur. Bu garip kertenkele aslında, mesela yeşilken, sarıdan geçmek suretiyle koyu griye dönebilmektedir. Bazen bu renklerin ikisi arası bir tonda görülür. Hiç ışıksız karanlık bir odada bulunduğu zaman sarı olur. Kuvvetli ışık altında koyu renk bir cismin üzerine konulunca, koyu gri olur. Beri yandan gene parlak ışıkta açık renk bir zemin üzerinde rengi sarıya döner.

Bu renk değişmelerini anlamak için bukalemunun derisine bir göz atmak lazımdır. Tanelerle örtülü bu derinin içinde, siyah, sarı ve beyaz renkli zerreler vardır. Bu küçük gözelerin yüzeye yakın olanlarının çoğu sarı renktedir. Aradaki gözeler siyah, derinin en dip tabakasındakiler ise beyazımsıdır. Bu beyaz gözeler, tıpkı ayna gibi reflektör vazifesi görürler. Bukalemun bize sarı olarak gözüktüğü zaman, sadece genişlemiş sarı gözeleri görüyoruz demektir. Bunların arasında minik siyah gözeler de vardır fakat deriyi mikroskop altında incelemedikçe onları görmeyiz.

Sonra siyah gözeler genişlemediği zaman, bukalemunun bize neden yeşil olarak göründüğünü izah edelim. Bukalemun'un derisinin dip tabakasındaki beyaz gözeler mavi bir ışık yansıtırlar. Bu mavi ışık sarı gözelerden geçerken bize yeşil olarak gözükür, sözün kısası, bukalemun bu sırada yeşil renktedir.

Sonra da üstteki sarı gözelerle dipteki beyaz gözelerin arasındaki siyah gözeler genişlediği zaman olanları görelim. Siyah gözeler bu sırada beyaz tabaka ile sarı tabaka arasındaki boşluğu doldurduklarından, bir ayna önündeki siyah stor gibi, dipteki beyaz hücrelerin yansıttıkları bütün mavi ışığın yolunu keserler. Bunun sonucunda sadece en üst tabakayı görebiliriz. Bu zaman bukalemun sarı renktedir.

Bir de balona benzer küçük siyah gözelerin genişlemeye devam ettiklerini farz edelim. Dış tabakaya saçaklı uzantılar uzatıp, sarı gözelerin etrafını çevirmeye başlarlar. Sonunda biz artık sarı gözeleri göremez olur ve hemen hemen yalnız siyah göze görürüz. Bukalemun bu durumda koyu gri veya siyahımsıymış gibi gözükür.

ÇAYI KİM KEŞFETTİ?

Çaysız bir dünya nasıl olurdu acaba? Çay keşfedilmeseydi; çaydanlık, çay fincanı, kaşığı, işyerlerinde çay paydosu, şehirlerarası otobüslerde çay molası olamazdı. Şükür ki çay M.Ö. 2737 yılında büyük Çin İmparatoru Shen Nung tarafından tesadüfen de olsa keşfedildi.

Shen Nung bir gün bahçede ağzı açık bir kapta su kaynatırken, çalılıklardan birkaç yaprak kaynayan suyun içine düştü. Nung yaprakları suyun içinden toplayamadan yapraklar suda kaynamaya, hoş bir koku etrafa yayılmaya başladı. İmparator merak edip suyun tadına bakınca, çay keşfedilmiş oldu.

İmparatorun kendi keşfi hakkındaki düşüncesi çayın susuzluğu bastırdığı, harareti giderdiği ve uykuya olan isteği azalttığı şeklindeydi. Çay ismi de Çincedeki ‘ça’dan geliyor. Benzer şekilde çaya Ruslar ‘chay’, Araplar ‘shaye’, Japonlar ‘cha’ diyorlar.

Çay bugün dünyada sudan sonra en çok içilen içecektir. Avrupa’ya gelişi 1610 yılını buldu, başlangıçta da ilaç muamelesi gördü. Hâlbuki o yıllarda çay, Orta Asya’da o kadar değerliydi ki çay balyaları ticarette para yerine geçebiliyordu.

Çayın Avrupa’ya geldiği ilk yıllarda tüccarlar satışını ateş düşürücü, mide ağrısı giderici, romatizmayı önleyici bir ilaçmış gibi yaparlarken, doktorlar biraz daha ileri giderek çaydan yapılan iksirin tüm hastalıklara karşı direnç kazandırdığını ve yaşlanmayı geciktirdiğini ileri sürüyorlardı.

Zamanla bu sefer de çayın aleyhine görüşler yayılmaya başladı. Fransız fizikçiler çayı asrın en münasebetsiz yeniliği diye nitelendirirlerken, bir Alman doktor da 40 yaşından sonra çay içenlerin ölüme daha yakın olacaklarını iddia ediyordu.

İngiltere’de ise çay içmek alışkanlık haline gelince, kadın dergileri ev kadınlarının çay yüzünden ev işlerine soğuk bakmaya başladıklarını, ekonomistler ise çalışmaya harcanacak zamanın çay içmekle tüketildiğini ileri sürdüler. Ancak bunların hiçbiri çayın dünyanın en favori içeceği olmasını önleyemedi. Miktar tam olarak bilinemiyor ama dünyada senede 2 milyon ton civarında çay tüketildiği tahmin ediliyor.

Günümüzde çayın yaygınlaşmasına en çok etki eden faktör poşet çayın icadıdır. Her ne kadar icadının tam farkına varmasa da poşet çayın mucidi Thomas Sullivan’dır. Kahve ve çay ticareti ile uğraşan Sullivan, müşterilerine sık sık çay örnekleri gönderiyordu. Başlangıçta bu iş için teneke kutuları kullanırken, sonradan elde dikilmiş ipek torbaların bu iş için daha pratik ve ucuz olacaklarını düşündü.

Çok geçmeden siparişler başladı ama şaşırtıcı olan esas malı değil, torba içindeki örnek çayları sipariş etmeleriydi. Müşteriler torbaların çayın kaynamasını kolaylaştırdıklarını keşfetmişlerdi. Çayın torba (poşet) içinde satımı o kadar geliştirildi ki; Batı ülkelerinde tüketim oranı, toplam çay tüketiminin yarısına ulaştı.

DEVEKUŞLARI NİÇİN BAŞLARINI KUMA GÖMERLER?

Bu inanç ve görüşün nereden kaynaklandığı bilinmiyor. Güya devekuşu başını kuma gömünce düşmanlarını ve gelecek tehlikeyi görmez, onun için de rahatlarmış. Güney Afrika’da 80 sene boyunca yapılan gözlemlerde böyle bir olay görülmemiştir. Hiçbir devekuşu kafasını kuma gömmeye teşebbüs etmemiştir. Zaten bunu yaparlarsa boğulacakları da kesin.

Her ne kadar beyinleri gözlerinden küçük olsa da, kuş dünyasının en akıllılarından olmasalar da, devekuşları kendilerini gizlemek için başlarını kuma gömecek kadar da aptal değillerdir. Bu görüntünün asıl nedeni devekuşu yavrularının yırtıcı hayvanların saldırılarına karşı açık ve korumasız olmalarıdır. Onlar yetişkin devekuşları gibi hızlı koşup kaçamazlar. Bir tehlikeyi sezdiklerinde aniden kendilerini bulundukları yere bırakarak, hareketsiz kalıp, çevreye uyum sağlayarak düşmanlarının dikkatlerinden kaçtıklarını ümit ederler.

Anne devekuşları bazen bütün vücutlarını, kanallarını da açarak toprak üzerine yatırırlar ve yavrularını güneşin kavurucu etkisinden korumaya çalışırlar. Ayrıca devekuşlarının dinlenirken boyun kaslarını rahatlatmak için veya çok sık olmasa da uyurken bazen bu pozisyonu aldıkları biliniyor. Hatta bir görüşe göre, bu pozisyonda kafalarını yere dayayıp, düşmanlarının ayak seslerini dinledikleri de ileri sürülüyor.

Daha yumurtadan çıkar çıkmaz erişkin bir tavuk büyüklüğünde olan devekuşu yavrularının uzun boyunları genellikle bej rengindedir ve üzerlerinde siyah çizgiler vardır. Bu renklerle ot renkleri ve gölgeleri karışarak iyi bir kamuflaj imkânı sağlar. Bu durumda otların aralarına başlarını soktuklarında vücutları görünürken, boyun ve baş kısımları görünmez. Görünmeyen başın kuma gömülmüş gibi insanlar tarafından algılanmasının nedenlerinden biri de bu olabilir.

Bu tip uçamayan büyük kuşların başlarını kuma gömme gibi aptalca bir savunma sistemine zaten ihtiyaçları yoktur. İşitme ve görme duyuları son derecede iyidir. Boylarının da avantajı ile çevreyi çok iyi gözleyebilirler. Düşmanı diğer av adaylarından önce sezebilirler.

Üç metrelik boylarına ve 100 - 150 kilogramlık ağırlıklarına rağmen, saatte 50 kilometre hızla koşabilirler. Köşeye sıkıştıklarında ise kolay teslim olmazlar. Çok seri ve kuvvetli tekme atabilirler, uzun boyunları sayesinde düşmanı yaklaştırmadan mücadele edebilirler.

DOMUZ ETİ NEDEN BAZI TOPLUMLARDA YENMEZ?

Günümüzde, dünyanın önemli bir kısmında domuz eti yemek halk arasında utanç verici, hatta ahlaka aykırı bir davranış olarak görülür. Domuzun her türlü pisliği yiyen çok pis bir hayvan olduğu ileri sürülerek hırsın, aç gözlülüğün, tembelliğin, zaafın ve oburluğun bir sembolü olarak kabul edilir. Domuz kelimesi bir aşağılama ve hakaret, ‘domuzluk etmek’ deyimi haince davranmak ve inatçılık anlamlarında kullanılır.

Yabani olsun evcil olsun, bütün domuzlar hem et hem de ot yerler. Bitki köklerini, soğanlarını, kozalakları yedikleri gibi böcekleri, kurtçukları, sürüngenleri de yerler. Aslında en verimli çiftlik hayvanıdırlar. Kısa sürede üreyebilecek ergenliğe ulaştıkları için çoğalma hızları müthiştir. Bir domuz bir yılda 15-20 yavru doğurabilir. Kesilme zamanı geldiğinde ağırlığı 150 kiloyu bulur, yani et verimi koyun ve danaya göre neredeyse 15-20 misli fazladır. Et sıkıntısı çeken halklar için ideal bir et kaynağı olarak düşünülebilir.

Domuzlar biyolojik olarak insana çok benzerler. Bu nedenle insanlara doku ve organ nakli konusunda en uygun hayvanlardır. Domuz kalbinden alınan kapakçıkların insan kalbinde kullanılması, hatta domuz beyninden alınan hücrelerin felçli insanlara nakli, başarıyla gerçekleştirilmiş ve olumlu sonuçlar alınmıştır. Sürekli insulin kullanmak zorunda olan şeker hastalarının bir kısmı her gün kendilerine domuz insulini enjekte ederler.

Domuz eti yeme yasağının hakiki kökeni ve ne kadar eskilere dayandığı bilinmiyor. Hiçbir dinde ve kültürde yasaklamanın sebebi tam ve açık olarak belirtilmiyor. Domuz etinin yasaklandığı ilk toplum ve din olarak Musevilik biliniyor ama Ortadoğu’da daha eski tarihlerde yaşamış Babilliler ve Mısırlılar’da, hatta Uzakdoğu kültürlerinde de domuz eti yenilmesine iyi gözle bakılmadığı biliniyor.

Çin kaynaklarında, insandaki birçok hastalığın sebebi domuz eti olarak gösterilir. Günümüzde ise buralarda yaşayan toplumlar bu öğretileri pek önemsemiyorlar. Budizm ve Hindu inanışında olanların domuz eti yememelerinin sebebinin domuzla özel bir alakası yoktur. Onlar zaten her çeşit eti yemeye karşıdırlar.

Dünya üzerine yayılmış tek Tanrılı dinlerin en eskisi Museviliktir. Eski Ahit’te ‘tırnakları olan her hayvanı yiyebilirsiniz, şu şartla ki, tırnakları iki bölümlü olacak ve geviş getirecekler’ şeklinde bir açıklama vardır. Buna göre domuzlar, tırnakları iki bölümlü olmasına rağmen geviş getirmediklerinden, develer de geviş getirmelerine rağmen tek tırnaklı olduklarından etleri yenilemez.

Musevilikten sonra gelen Hıristiyanlık, onun peygamberini ve kurallarını kabul eder ama Hıristiyanlar bugün domuz etinin en büyük tüketicisidirler. Bunun sebebi olarak, o zamanlar yoğun bir şekilde ve büyük bir iştahla domuz eti yiyen Romalıları kendi saflarına çekebilmek için Hz. İsa sonrası azizlerin domuz eti konusundaki katı tutumları yumuşatmaları gösteriliyor.

Müslümanlıkta domuz eti yemek Allah tarafından yasaklanmıştır. Kuran’ın dört ayetinde, açlıktan ölmek gibi yaşamsal bir zorunluluk olmadıkça, kurallarına uygun kesilmeden ve kanı akıtılmadan ölmüş veya öldürülmüş ve de Allah’ın adı anılmadan kesilmiş hayvan etleriyle birlikte domuz eti yemenin de Müslümanlara haram kılındığı belirtilir. Domuz eti yemenin niçin yasaklandığının sebebi Kuran’da da açıklanmaz ama genel inanış domuzun murdar ve pis bir hayvan olması ve hastalık taşımasıdır.

Dinî kaynaklarda domuz eti yasağının sebeplerinin açıklanmaması insanları bazı teoriler üretmeye yönlendirmiştir. Dinî teoriye göre, insanların kişiliği ve ruhsal yapısı ile beslenme tarzı arasında bir ilişki vardır, yani insanlar yedikleri hayvanların karakterlerinden etkilenirler. Bütün dinlerde saflık ve temizlik kutsaldır. Yaradılışlarında vahşet ve bayağılık olmayan, iğrenç görünmeyen hayvanların etleri dinî ölçülerde helaldir.

Bu bağlamda avlarını ve yiyeceklerini azı dişleriyle veya tırnakları ile kapıp parçalayan kurt, ayı, maymun, kedi, köpek gibi hayvanlarla kartal, atmaca, akbaba gibi kuşların etlerinin yenilmesi doğru bulunmaz. Domuz bu özelliklerin yanında, dişisini kıskanmayan yapısıyla da makbul görülmez.

Domuz etinin yasaklanması konusunda ileri sürülen ikinci teori ise sağlıkla ilgilidir. Aslında domuz etinin diğer hayvan etlerine karşı hiçbir üstünlüğü yoktur. Hazmı güç, protein değeri düşüktür. İçinde bulunan büyüme hormonunun kansere sebebiyet verdiği, çok yağlı olan etinin insan kanındaki yağ oranını artırarak damarların sertleşmesine yol açtığı bilinmektedir.

Domuzlarda görülen en tehlikeli hastalık ‘trişinoz hastalığı’dır. Trişinoz domuzlarda ağır bir hastalık yapmaz ama insanlar için çok tehlikelidir. Domuz etiyle alınan kurtçuklar, mide ve bağırsak yoluyla tüm vücuda yayılırlar. Çene, dil, boyun, yutak ve göğüs bölgelerinde kas dokularına yerleşirler. Çiğneme, konuşma ve yutma kaslarında felçler meydana getirirler.

Trişinoz hastalığı belirli bir seviyeye gelene kadar insan vücudunu ikaz eden hiçbir belirti göstermez. Arazlar ortaya çıktığında ise çoğu kez başka hastalıklarla karıştırılır. Etlerdeki kurtçuklar veteriner kontrolüne rağmen görülemeyebilir. Tuzlama ve tütsülemenin faydası olmaz. Gerçi eti yenilen diğer hayvanlarda da çeşitli parazitler vardır ama hiçbiri bu kadar tespiti zor ve insan hayatı için tehlikeli değildir.

Domuz eti konusunda bir üçüncü teori de çevreyle ilgilidir. Domuzlar çok fazla suya, gölgelik yerlere ve yüksek proteinli gıdalara ihtiyaç duyarlar. Kıraç Ortadoğu toprakları için bu ihtiyaçlar biraz fazla lükstür. Bu nedenle tarihteki Babilliler, Mısırlılar gibi toplumlar domuz etinin yenmesini yasaklayarak, domuz yetiştirilmesini engellemek istemiş olabilirler.

GÖÇMEN KUŞLAR AYNI YERE NASIL DÖNEBİLİYORLAR?

Kuşların kış ayları gelirken niçin güneye, ılıman bölgelere göç ettiklerinin nedeni herkes tarafından bilinir. Kışın beslenemeyecekleri için göç ettikleri bilgisi genel anlamda doğrudur ama kuşların göçü sanıldığı kadar basitçe izah edilebilecek bir olay değildir. Kuşların göç nedenlerinin atalarından, buzul çağı zamanlarından kalma olduğunu ileri sürenler de var. 

Ancak günümüzdeki görüşler, kuşların iç biyolojik takvimlerine göre belirli zamanlarda hormonal dengelerinin değiştiği, uzun bir yolculuğa hazırlık olarak vücutlarında yağ depolama miktarlarını artırdıkları, kışı beklemeden hava şartlarındaki değişiklikleri hissettikleri an göç yollarına düştükleri şeklinde.

Bu görüşlere göre kuşlar Eylül ayı civarında göçe başlasalar bile yağ depolamaya çok daha önce, yazın en sıcak günlerinde başlıyorlar. Belki kar yağışının geleceğini bilmiyorlar, belki de göçmen kuşlar hayatlarında hiç kar görmediler, karlı ortamda yaşamadılar, yiyeceksiz kalmadılar ama göçme işini tecrübeleriyle değil, biyolojik takvimleri ve bunun tetiklediği hormonal değişimler sayesinde otomatik olarak yapıyorlar.

Soğuk havalar gelirken kuşların daha ılıman yerlere göç etmeleri tamam da göç ettikten sonra niçin tekrar geri dönüyorlar? Daha sıcak iklimlerde yaşamak, bol yiyecek bulmak, daha mutlu olmak için yüzlerce kilometre yol git, sonra da gerisin geriye dön. 

Bu, biraz insanların yaz aylarında yazlığa gidip dönmelerine benziyor ama insanlarda durum farklı, çocukların okulları, ebeveynlerin işleri var… Gerçi insanlarda da göçmenlik yaygın ama onlar göç ettikleri yerlerde kalırlar. 

Zaten bu düşünülmüş, belirli bir ihtiyaç ve amaç uğruna yapılmıştır; kuşların bu göç işini oturup düşünerek yapmadıkları bir gerçek.

Kuşların göç ettikten sonra baharda tekrar geri dönmelerini uzmanlar çeşitli sebeplere bağlıyorlar. Birinci sebep, şüphesiz baharda kuzey yarımkürenin ısınması. Bu mevsimde gündüzlerin uzaması nedeniyle yiyecek arama sürelerinin artması ve ana besinleri olan böceklerin çoğalması da diğer sebepler.

Bu arada güney yarımkürede bu kadar kuşu besleyecek yiyecek olmaması, aksine kuş avlayarak beslenen hayvanların çok olması da ilkbahardaki geri dönüşe etken. 

Bütün bu nedenlere rağmen, geri dönüş sinyalini yine de biyolojik takvimlerinin verdiği biliniyor. Kuşların göç ettikten sonra geri dönmeleri kadar, Ekvator Afrikası'ndan dönen bir kuşun, Doğu Anadolu'da bir ahırda bir evvelki yıl yaptığı yuvayı tekrar bulabilmesi de ilginçtir. 

Yapılan araştırmalar göstermiştir ki göçmen kuşların başlıca dayanak noktaları gündüz güneş, geceleri ise yıldızlardır. Hava kapalıysa akarsular, dağlar gibi yeryüzündeki coğrafik şekilleri kullanıyorlar. 

Göçmen kuş türlerinin birçoğunun yolculuklarında yerin manyetik alanından da faydalandıkları tespit edilmiştir. Yakıt olarak vücutlarındaki yağı kullanan kuşların göç süresince kat ettikleri mesafeler de inanılmazdır. 

Örneğin dış görünüşü ile diğer kırlangıçların aynısı olan Kutup Denizi Kırlangıcı her yıl Arktika'dan Antarktika'ya ve tersine 17 bin, toplam 35 bin kilometre uçar. Ama birbirinin benzeri iklimde ve buzlarla kaplı bu iki yer arasında gidip gelmekte ne bulur bilinmez.

GÜVERCİNLER NEDEN TAKLA ATAR?

Güvercinlerde iki farklı nedenle görülen, iki farklı tip takla var. Bunlardan ilki, havada uçarken hafifçe yan dönme şeklinde görülen ve aslında güvercinlerle beslenen gökdoğan gibi yırtıcı kuş türlerine karşı kazanılmış olan bir savunma uyumu. Bu, doğal olarak artık genlerine yerleşmiş ve bir yaşam biçimi haline gelmiş bir özellik. Taklacı güvercin olarak bilinen ırklarda görülen takla davranışı da bu şekilde bir uyum olarak kazanılmış ve ırk özelliği haline gelmiş.

Diğeriyse, vitamin eksikliği ya da bir virüs nedeniyle ortaya çıkabilen, beyine giden sinir hücrelerinin üzerini kaplayan myelin kılıfın erimesine neden olan ve havalanırken ya da uçarken denge kaybı nedenli takla atma, yürürken daireler çizme, başın arkaya doğru yatması (stargazing: yıldız sayma) gibi belirtilerle kendini gösteren hastalık. Bu takla zaten diğerinden belirgin olarak ayrılıyor ve sıklıkla hayvanların kontrollü bir şekilde beslenmesiyle iyileştirilebiliyor.

HAMAM BÖCEKLERİ RADYASYONA DAYANABİLİYORMU?

Radyasyon ışınları DNA’ya zarar vererek kansere yol açıyor. Bu zararlı ışınların çok azı bile insan sağlığına zararlı. Oysa hamamböcekleri, radyasyon ışınlarının bir türü olan alfa ışınlarına karşı oldukça dayanıklı. Hamam böceklerinin kitinden oluşan dış vücut örtüleri, radyoaktif alfa ışınlarını bloke etme özelliğine sahip. Ancak diğer radyoaktif ışımalar için aynı şey geçerli değil. Yani, hamam böcekleri çok yüksek miktarlarda radyasyona karşı direnç gösterebiliyorlar, ancak radyasyona karşı tamamen dirençli değiller.

Böcek bilimciler, yaptıkları bazı çalışmalarla, hamam böceklerinin radyasyona direnç miktarını sayılara dökmeyi de başarmışlar. Buna göre, normal bir insanın dayanabileceği güvenli radyasyon üst sınırı 5 rem iken, insanlar için öldürücü doz 800 rem olarak kabul ediliyor. Hamam böceklerindeyse, türe bağlı olarak öldürücü dozun 67.500-105.000 arasında değişebildiği görülmüş. Bu değer, neredeyse termonükleer bir patlamaya eşdeğer.

Analitik düşünüyor ama kafası olmadan 9 gün yaşayabiliyor

Radyasyon atom içindeki hareketlenmelerden kaynaklanıyor. Maddeyi oluşturan atom, proton ve nötronlardan oluşan bir çekirdek ve çekirdeğin etrafında dönen elektronlardan oluşuyor. Eğer herhangi bir maddenin atom çekirdeğindeki nötronların sayısı proton sayısından fazla ise çekirdekte kararsızlık oluşuyor ve fazla nötronlar parçalanıyor. Bu parçalanma sırasında ortaya alfa, beta, gama adı verilen ve çıplak gözle görülmeyen ışınlar oluşuyor. Bu ışınlara da “radyasyon” deniyor.

6 farklı familyada yaklaşık 3 bin 500 türü bulunan hamam böcekleri, 2 bin metreden daha yüksek yerler ve kutup bölgeleri dışında, dünyanın her yerinde yaşayabiliyor. Çok dayanıklı olan bu böcekler, genellikle her şeyi yiyor. Ve sıkı durun, bir söylentiye göre kafaları kopsa bile, açlıktan ölmeden önce yaklaşık 9 gün yaşıyor. Dahası yeryüzünün en eski canlılarından olan hamam böcekleri, karar verirken analitik düşünebiliyor ve kararlarını geçmişte kazandığı tecrübelere göre şekillendirebiliyor.

HAYVANLARDA BOYNUZ NEDEN VARDIR?

Hayvanların boynuzları onların silahlarıdır. Savunmaya ve saldırmaya yararlar. Bu silah tabiatta sadece bazı hayvanlara bahşedilmiştir.

Hayvanlar âleminde boynuzu olanlar ‘boynuzlugiller’ adı altında bir aile oluştururlar. Bu geviş getirenler takımından, çift tırnaklı hayvanlar ailesinin üyeleri sığırlar, keçiler, koyunlar ve antiloplardır.

Bunların içi boş olan boynuzları süreklidir, değişmezler ve dallara ayrılmazlar. Başın her iki yanında birer tanedirler. Boynuzsu maddeden, yani keratinden yapılmışlardır. Dişilerinde boynuz ya yoktur ya da erkeklerinkine göre daha kısa ve küçüktürler. Boynuzları ile ünlü geyik ve gergedanınkiler ise farklı özellikler taşırlar.

Boynuz denilince hayvanın kafasında, alnının hemen üstünden çıkan iki sivri kemik anlaşılır. Hâlbuki hayvanlardaki boynuzların büyük bir çoğunluğu kemik değildir. Genel olarak üç tip boynuz vardır. Sadece kemikten yapılmış olanlar, kemik bir ekseni örten keratinden yapılmış olanlar ve sadece keratin liflerinin birleşmesiyle oluşmuş boynuzlar.

Kemik boynuzlara örnek olarak geyiklerinki gösterilebilir. Bu boynuzlar her sene diplerinden kopar ve yenilenirler. Her sene çıkan yeni boynuzda bir fazla dal oluştuğu için bunlardan hayvanın yaşı anlaşılabilir.

Geyik boynuzlarını silah olarak en çok kullanan hayvandır. Ren geyiği dışındaki bütün geyik türlerinin yalnız erkekleri boynuzludur. Özellikle üreme mevsiminde dövüşen geyiklerin bazen boynuzları birbirine dolaşır, bu düğümü çözemeyen hayvanlar sonunda ölürler.

Gergedanların boynuzları kemik değildir. Tamamen keratin liflerinin birleşmelerinden oluşmuşlardır. Boynuzlar üzerlerinden aşındıkça diplerinden uzayabilirler. Kuşların gagaları, insanların saç, kıl ve tırnakları, balıkların pulları hep bu keratinden, yani boynuzsu maddeden yapılmışlardır.

Gergedan boynuzunun cinsel gücü artırdığına olan inanç yüzünden aşırı avlanılan bu hayvanların neredeyse nesilleri tükenmek üzeredir. Aslında gergedanın boynuzunu yemekle insanın tırnaklarını yemesi arasında bir fark yoktur. İkisinde de keratin alınmış olur.

KAKTÜSLERİN NEDEN DİKENLERİ VARDIR?

Bitki yaprakları gereksinim duyulan gazların absorbe edilmesi ve suyun buhar şeklinde atmosfere verilmesini sağlar. Ancak bazı bitkilerin yapraklarında yapısal ayrıcalıklar ortaya çıkmıştır. Örneğin kaktüs bitkisindeki dikenler, metamorfoz (başkalaşım) geçirmiş yapraklardır. Bu dikenler sayesinde bitkinin etrafındaki hava tabakası korunur ve böylece bitkiden su kaybı azalır. Ayrıca kaktüs gibi sukulent (sulu) bitkilerde bitkinin büyümesi, gelişmesi için gerekli olan klorofili tutmak bu dikenler sayesinde olur.

KARINCALAR İNSANI ZEHİRLER Mİ?

Karıncalar ve türleri zehirli değildir fakat bazı karınca türleri üzerinde mikrop taşıdıklarından dolayı insan vücudunda alerjilere sebep olurlar ve karıncalar insanların mutfaklarındaki ve kilerlerinde ki besinlerinden beslenerek besinlerine ve insanın kendisine mikrop bulaştırırlar. Karıncalar aynı zamanda bitkilerimize zarar verirler.

KEDİLERİN GÖZLERİ KARANLIKTA NEDEN PARLAR?

Bu tüy yumaklarının görmesi için azıcık ışık yeterlidir. Çünkü kedilerin gözleri bizim gözlerimizden farklı yaratılmıştır. Onların gözbebekleri karanlıkta, olabildiğince çok ışık alabilmek için büyüyerek yuvarlaklaşır. Bu da onların karanlıkta rahatça görebilmelerini sağlar.

Ayrıca, kedilerin gözlerinde insanların gözlerinde bulunmayan bir tabaka vardır. Bu tabaka, retina tabakasının hemen arkasındadır. Retinadan geçip buraya gelen ışık, tekrar retinaya doğru yansır. İşte, bu tabaka ışığı geri yansıtabildiği için retinadan iki kere ışık geçmiş olur. Bu sayede kediler çok az ışıkta, hatta insan gözünün göremeyeceği kadar karanlık ortamlarda bile gayet iyi görür. Bu tabaka gelen ışığı ayna gibi geri yansıtır. İşte, onların gözlerini daha parlak gösteren, gözlerindeki aynadan yansıyan ışıktır.

KÖPEK İŞERKEN NİÇİN BİR AYAĞINI KALDIRIR?

Dişi köpek çimlerin üzerine işediğinde, o bölgedeki çimler bir daire şeklinde kahverengiye dönüşür ve ölürler. Bu durum köpeklerin sadece dişilerinde görülür; çünkü dişi köpek doğrudan toprağın üzerine işer ve bir kerede tüm idrar torbasındakileri boşaltır. Bu miktardaki idrar da çimlerin bozulmasına yol açar.

Erkek köpekler bir kerede çok az idrar boşaltırlar. Onlar idrarlarını mümkün olduğunca birbirinden uzak yerlere bırakarak, kendi hâkimiyet alanlarının sınırlarını işaretlerler.

Erkek köpekler ayrıca buharlaşma ve toprağın emmesinin az olacağı ağaç, duvar gibi dikey yüzeylere idrarlarını bırakmayı tercih ederler. Her seferinde çok az bıraktıklarından idrarlarını çimlerin üstüne bile bıraksalar, fazla bir zarar vermezler.

Erkek köpeğin işerken arka ayaklarından birini kaldırması, bacağını temiz tutmak isteği ile ilgili değildir. Anatomik olarak, beden yapısı nedeniyle de böyle bir zorunluluğu yoktur. Dört ayağı yerdeyken de idrarını bırakabilir. Ayağını kaldırma nedeni hem dikey yüzeyleri iyi işaretlemek hem de idrarını mümkün olan en uzak mesafeye ulaştırabilmek, daha geniş bir alanı hâkimiyet sahası olarak işaretleyebilmektir.

Köpeğin işerken ayağını kaldırmasının, erkeklik hormonu ile ilişkili olduğu da ileri sürülüyor. Dört aylık olmadan önce hadım edilen erkek köpek yavruları idrarlarını yaparken ayaklarını kaldırmıyorlarmış. Zaten büyük emekle konulan sınır işaretlerinin de bir işe yarayıp yaramadığı şüphelidir. Uzmanlar bunun nafile bir çaba olduğunu, diğer köpeklerin yine bildiklerini okuduklarını söylüyorlar.

KÖPEKLER İNSANLARI NASIL ANLARLAR?

Eğer bir köpeğiniz varsa onun olağanüstü yetenekleri olduğunu düşünürsünüz. Yaptığı her hareket sıradan bile olsa sizin ona duyduğunuz sevgi sayesinde sadece en zeki köpeklerin yapabileceği cinsten bir hareketmiş gibi gelebilir. Yada gerçekten bu böylemidir? Yani hasta bakımından tutun, avlanmaya kadar köpekler gerçekten olağan dışı hareketler yaparak bizleri etkileyebilir mi? Daha da fazlası köpekler insanların söylediklerini anlayıp ona göre davranışlar sergileyebilir mi? Bu yazımızda köpeklerin insanların dilinden nasıl anladıkları üzerinde duracağız.

Şu bir gerçektir ki çoğu köpek otur, yat, koş, yakala gibi terimleri anlayabilirler. Eğer biraz daha sabrınız ve motivasyonunuz var ise köpeğinize 100 kelimden bile fazla sözcük öğretebilirsiniz. Yapılan araştırmalara göre ortalama eğitilmiş bir köpek 160 civarından sözcük anlayabilir. Fakat köpeklerin zihinsel kapasitesi nekadar derindir?

Bir televizyon şovundan sonra ünlenen Rico isimli, border collie cinsindeki köpek 200 sözcüğü anlayabilme yeteneğini sergiledikten sonra bir laboratuar’da inceleme altına alındı.

Yapılan araştırmalar köpeklerin dil anlama yeteneklerinin nekadar geniş olduğu yönündeydi ve bulunan sonuçlar ise şaşırtıcı dercede etkileyiciydi.

İlk önce araştırmacılar gerçekten Rico’nun 200 kelime bilip bilmediğini kontrol etmek istediler. Bunu anlamak için sahibinin emri ile değişik odalarda konumlandırılmış 10 adet Rico’nun tanıdık olduğu cisimleri getirmesini istediler. Rico bu testte gayet başarılı idi. Fakat araştırmacılar onu daha fazla zorlamak istediler. Bir sonraki aşamada Rico’nun daha önce hayatında hiç görmediği bir nesne seçtiler ve bu nesneyi odadaki Rico’nun daha önceden tanıdık olduğu cisimler arasına koydular. Sahibi Rico’dan yeni cismi getirmesini istedi ve sonuç yine başarılıydı.

Bu test üst üste değişik cisimlerle tekrarlandı ve %70 oranından Rico daha önce hayatında görmediği nesneleri bulup getirdi. Bu test, köpeklerin geniş bir sözcük anlama kapasitesine sahip olduğunu göstermekle birlikte onların eleme işlemlerini de gerçekleştirebileceğini göstermiş oldu.

Araştırmacılar Rico’yu daha zorlu testlere tabi tutmak için yeni deneyler geliştirdiler. Bu yeni deneyde araştırmacılar Rico’dan daha önce bir kez gördüğü cismi 1 ay sonra hatırlamasını istediler. Bu cismi aynı odada 4 tane tanıdık olduğu ve 4 tane tanıdık olmadığı cisim arasına koydular ve bulmasını istediler. Rico bu deneyde %50 oranında başarı gösterdi. Çok başarılı ve önemli bir deney gibi gözükmese de araştırmacılar için önemliydi. Bu başarı oranlarını 3 yaşındaki çocukların başarı oranları ile karşılaştırabileceklerdi.